İçinde yaşadığım dünyayı kavramaya başladığım yaşlardan itibaren en çok insan denen varlığın diğer bütün canlılardan farklı olan nitelikleri aklımı çelmiştir.
İnsan adeta dünyanın bilinciydi, olan biten herşey ancak onun zihnine ve aklına uğradığında anlam kazanabiliyordu. Ne var ki bu bilincin en kuytu köşelerinde gizlenen ve en az su yüzüne çıkan gerçekler insanın kendi iç dünyasıyla ilgili olanlardı.
Aynı yaşlarda başlayan ve hala devam eden astronomiye karşı merakım, akıllara durgunluk veren genişlikteki bir evrenin gizemli hikayesine kulak vermeme vesile oldu. Bana göre evrenin bir özetini andıran insanın düşünce dünyası ve zekası, bu evrenin sırlarını çözmeye yetkin olan tek adaydı ve bunun yolu doğru sorulardan geçerdi.
Tıp fakültesinde geçen yıllarımda, her geçen gün insan vücudunun yapısı ve işleyişine dair yeni bilgiler edinirken, bir taraftan da bu kusursuz mekanizmanın çevresiyle nasıl bir bağ kurduğunu anlamaya çalışıyordum. Psikiyatriye olan ilgim o dönemde ve zihnimde giderek netleşen bir fikir sonucunda güçlenmeye başladı:
"insan, içinde yaşadığı dünyayı değilse bile, kendini ve o dünyayla kurduğu ilişkiyi tasarlayabilen tek canlıdır". Dahası bu onun kaderi ve varoluşundan kaynaklanan göreviydi. İnsanın kendini gerçekleştirme özgürlüğünden ve bunun vazgeçilmez sonucu olan sorumluluğundan feragat etmesi de mümkün değildi.
O zamandan bu yana geçen uzun yıllar boyunca, beni hayat hikayelerinin tanığı yapan hastalarımdan çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Her hastam bana farklı bir dünyanın kapısını açıyor, ben ise onun yaşadıklarına tanıklık ederken, insana dair daha önce bilmediğim gerçeklere uzanma ve onları hastalarım için kullanma fırsatını buluyorum her defasında.
Hayat devam ettikçe, hastalarım kendi dünyalarının kapılarını araladıkça, onlarla çıktığımız bu yolculuklar devam edecek.